Eksiğin tahribatı

Oyunculukta, “O kadar iyi bir oyuncu ki bir duvarı bile oynayabilir” sözüyle oyuncunun kabiliyeti methedilir. Bir yazarın da bir taş duvara atfen, “taşların dili olsa da konuşsa” demek yerine konuşturması nereden baksan ilginç görünebilir. Lakin bu ilginçliği lezzetli bir edebiyat şölenine çevirmekse yukarıdaki oyuncu örneğindeki gibi çok ciddi bir yeteneğin, tecrübenin, olaya/duruma vakıf olmanın sonucuyla mümkün olacağını biliyoruz.

Bahadırhan Bozkurt’un Fransız aslından çevirdiği Clara Dupont-Monod’un ‘Taşların Anlattığı’ romanı İletişim Yayınları’ndan çıktı. Roman, Ağabey, Kız kardeş ve Sonuncu olmak üzere üç bölümden oluşuyor. Her bölümün teması farklı; Ağabey ile şefkatin, sevginin merhametin ve vicdanın altı çizilirken, Kız Kardeş’te nefretin, kinin, kıskançlığın, hasetin ve paylaşamamanın, Sonuncu da ise daha çok empatinin sularında dolaşılmış.

HEP BEBEK OLARAK KALMAK

Hiç kimsenin adının olmadığı, bebek, ağabey, kız kardeş, ebeveyn, anne ve baba olarak anıldığı aile, yeni doğan bebeklerinde bir gariplik olduğunu anladıklarında şüpheyle yaklaşırlar. Zamanla bebeğin “eksik ya da uyumsuz” olduğunu anlamaları üzerine doktora giden ailenin, bebeğin en fazla üç yıl yaşayacağını öğrenmeleri üzerine dünyaları kararır. Dertlerinin büyüklüğünü, “… dağ bütün varlığıyla oradaydı” diyerek yanı başlarındaki şisttadan oluşan dağla özdeşleştiriyor yazar. “Şistta başka hangi taş yaprak yaprak erimeye hazır olabilirdi.” Hastalık ki çocuğun engeline verilen addır bu, hastalık karşısında nasıl gün geçtikçe eksildiklerini anlatır.

Konuşan taş duvarlardır. Taş duvarların dilinden/gözünden şahit oluruz ailedeki drama. Drama varmadan önce çocukların taşlara olan yaklaşımlarını, “Oysa taşlara oyuncak muamelesi yapanlar sadece çocuklardır” (sf: 12) diye bakarken, “…çünkü şehirde kimsenin taşlara ihtiyacı yoktur.” ( sf:14 ) yaklaşımıyla da betonlaşmayı eleştirip kıskançlığı da dile getirir; konuşanın taş olduğunu hatırlatarak. Dramın/ trajedinin kapısını aralarken okuyucu kime hayıflanacağını şaşırır. Eli ayağı tutmayan, kafası üzerinde duramayan, yampiri bacaklı bebeğe mi- ki- “…sonsuza dek bir bebek olarak kalacağından hep yumruklarını sıkıyordu” şeklinde tasvir edilir- yoksa hayatı ıskalamak pahasına kardeşine bakan on yaşındaki başka bir çocuğa mı? Yazar, ailede bir trajediye sebep olan form dışı ve engelli çocuğun durumunu romantize etmeden ilerlerken elini de çabuk tutar; bazen sonraki paragrafta bir ay bazen bir yıl geçmiş oluyor.

Taşların Anlattığı, Clara Dupont – Monod, Çevirmen: Bahadırhan Bozkurt, 120 syf., İletişim Yayınları, 2024.

ANTONIE DE SAINT-EXUPERY’YE GÖNDERME

Zamanı atlatarak ilerlerken ağabey büyür ve düğünlere katılır fakat neredeyse her düğünde memur tarafından dile getirilen, “Sevmek birbirine bakmak değil, birlikte aynı yöne bakmaktır” sözünü duyar duymaz saçmalık olduğunu anlar. Bir ekip ruhunu ifade etmesi gerekirken götürüp evlenecek olan bir çifte öğütlemenin mantığını eleştirir.

Özellikle ilk bölümde sözcüklerin içindeki sevgi ve şefkatin önü açılmış. Sözcüklerin dünyayı ikirciksiz kucaklayışının ruhunu dışarı çıkarmış. İkinci bölümdeki nefret, kin ve çekemezliğin ağırlığını hissetmemizi sağlayan yazarın ustalığına şahit oluruz. Sözcüğün ne şekilde ve nasıl söylendiğine binaen iki anlamını da okuyucuya güçlü bir şekilde hissettiriyor; iyilik ve kötülüğü, aydınlık ve karanlığı bir arada barındıran Yin yang gibidir birinci ve ikinci bölümler.

ASKERİ DİLİN GEREKSİZLİĞİ

Eksikliğin, yarımın saldırganlığıyla ailesini, ağabeyini elinden alışının hıncıyla, kiniyle bebekten nefret edişini, “bütün bir ailenin zamanını, ilgisini alışı affedilemezdi” diye dile getirirken yazarın ergenliğin eşiğindeki bir insanın psikolojini en derin haliyle ifade etmesi oldukça başarılı. Ergenliğin duraklarını iyi resmetmiş. Diğer taraftan, “…araziyi izleyen bir general gibi…” “Kendi üzerine kapanmış bir muhafız.” “Araziyi teftiş eden bir generalin kaygısıyla..” gibi birçok yerde askeri/militarik terminolojiyi kullanmış olması elbette ki romana leke sürmez ama yazar hakkında düşünmemizi sağlıyor.

Son bölüme ismini veren Sonuncu’nun ana teması/duygusu empati. Kendisi değil başkasının yerine yaşadığının duygusu çok ağır. Ölen küçük kardeşinin boşluğunu/yerini/eksikliğini nasıl doldurabilir ki? Ona bakarken ölen kardeşini gördüklerini hissetmesi/anlaması, başkasının diyeti olan bir yaşamın beyhudeliği… Doğacak her çocukta soyaçekim, genetik yatkınlık ya da kalıtımsal devamlılık tedirginliğini vermeye çalışırken ilahi adalete göz kırpıp aralarındaki çizgiyi kalınlaştırmamış olması biraz düşündürttü beni.

Bir aileyi rehin alan bir geçmiş, sınırlayan, hizaya sokan, terbiye eden ve öğütleyen ‘Taşların Anlattığı’ edebi lezzeti yüksek bir roman.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir